Haberler

22.3.05

AB'ye Katılımda Avrupalı Türklerin Rolü

Avrupa Birliği’ne giriş tartışmaları ile girdik 2005'e. Başvuru heyecanı, kabul edilme biçimi, katılımı isteyenler-istemeyenler, alınacak yollar derken, Avrupa Birliği’ni çok konuştuk.

“Türkiye coğrafi olarak Avrupa’nın parçası mı; kıtaya ne kadar uzak?” derken, “Türkiye aslında Avrupa’nın tam göbeğinde” deniyor, Avrupa’da yaşayan 3 milyon Türk'ten yola çıkarak.

Türkiye denince Avrupalıların zihninde canlanan imge, birlikte yaşadıkları Türk toplumu ve onu algılayış biçimleri oluyor. Entegrasyon tartışmalarının yükünü sırtında taşıyan Avrupalı Türkler, bir yandan kendilerini o ülkelerin vatandaşları olarak, birer Avrupalı olarak var etmeye çalışırken, aynı anda Türkiye’yi temsil ediyorlar. Onlar da en az Türkiyedekiler kadar içinde bu tartışmanın. Kimi zaman “siz burda Avrupalı olamadınız ki, ülkeniz Avrupalı olabilsin” türünden açık ya da örtük eleştirilerle karşılaşıyorlar; kimi zamansa kendi Avrupalılıkları sorgulanmasa da bu kez Türkiye’den sorumlu tutuluyorlar. Bir de “Avrupalı Türkler, AB’ye katılım sürecinde etkin rol alamıyor” eleştirileri var.

Üçüncü kuşağın içinde yaşadıkları topluma tam uyum sağlamış olduklarını görüyoruz. Başarı öyküleri bunu gösteriyor; sayısal veriler bunu destekliyor. O halde iki kimlikli olmanın sorunlarını en az yaşayanlar onlar ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi konusunda da zor sorularla karşılaşmıyorlar. Gerçekten öyle mi? Yoksa durum farklı mı, farklıysa ne yönde?

21 Aralık 2004 tarihinde Ankara’da bir toplantı yapıldı. Avrupa’da yaşayan Türklerin, Türkiye-AB ilişkilerine etkileri üzerine bir konferanstı bu. Etkinliği düzenleyen Amsterdam Türkevi Araştırmalar Merkezi ile Türkiye’de etkinlik gösteren Politika Merkezi’ydi; odakta da Hollanda örneği vardı.

Konferansın Hollandalı konuğu Amsterdam Üniversitesi Göç ve Etnik Çalışmalar Enstitüsü temsilcisi Jean Tillie, çarpıcı şeyler anlattı. Hollanda’nın 10 yıl kadar önce çok kültürlülük anlayışına “güle güle” dediğini; müslümanları küstürdüklerini ve bugünkü politik durumun da hayli gergin olduğundan bahsetti. İslam dininde kadının kabulleniş biçimini eleştiren filmi yüzünden Theo Van Gogh’un öldürülmesi ve ardından tepki olarak müslüman mekanlarına saldırılar düzenlenmesi politik ortamın gerginliğinde gelinen son noktayı göstermişti zaten.

“AB sürecinde kilit önemde olan ne ekonomi ne de Kıbrıs” diyordu Jean Tillie.“Ana tartışma kültürel uyum ve katılımın, birliğe yapacağı politik etki üzerine." Avrupalı Türklerin sürece katkısı söz konusu olduğunda, bunun iki türlü olabileceğini belirtti Hollandalı akademisyen: İlki siyasal katılım; ikincisi Türk kültürünü anlatma ve kamuoyu oluşturma. Hangi kanallarda?: Siyasette, medyada ve iş çevrelerinde.

Hollanda’daki Türk sivil toplum örgütlerini de “başarı örneği” olarak gösteriyor Jean Tillie. Özellikle de gönüllü çalışma esasına dayalı kuruluşları. Türklerin, kendi sorunlarını çözdükçe -özellikle elit olanlarının- daha çok entegre olduklarını; güçlendikçe Hollanda toplumuna daha çok bağlandıklarını; aralarındaki iletişimin, bir sosyal ağ olarak, entegrasyonu kolaylaştırdığını ifade etti, ve kendi içlerindeki farklılıkları aşarlarsa, daha büyük işler başarabileceklerini ekledi, 21 Aralık’ta Ankara’da yapılan toplantıda, Amsterdam Üniversitesi Göç ve Etnik Çalışmalar Merkezi temsilcisi Jean Tillie.

4.12.03

İstanbul Bienali

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen 8. Uuslararası İstanbul Bienali'ne 42 ülkeden 85 sanatçı katıldı, 2000’in üzerinde eleştirmen, seçici, müze ve galeri yöneticisi ile yurt dışından 400’e yakın basın mensubu tarafından izlendi. Açılışı 20 Eylül 2003'te yapılan bienal, 16 Kasım’a kadar İstanbul’u dev bir çağdaş sanat platformuna dönüştürdü, 2003 sonbaharında dünya plastik sanatlar gündeminin ilk sırasında yer aldı.

Ana teması “Şiirsel Adalet” (Poetic Justice) olan plastik sanatlar sergisine katılan eserleri, New York'tan New Museum of Contemporary Art’ın baş küratörü Dan Cameron seçti. Sunuş yazısında “şiirsel adalet” kavramını ele alış biçimini şöyle anlatıyor:

“Bienal, görünüşte çelişiyormuş gibi duran şiir ve adalet kavramlarını birbirleriyle ilişkilendirecek bir yaratıcı eylem alanı açımlamayı hedefliyor. Dış dünyaya ilişkin dikkatle oluşturulan bakış açılarını, şiiri, insan düşüncesinin zirvesi olarak algılayan felsefi bir sistem üzerine yerleştirme arzusu."

"Adalet nedir? Neden bugün acil bir mesele halini almıştır? Bugünün küreselleşmiş dünyasında adalet mümkün olabilir mi? Bu soruları bir araya getirmenin yolu, küresel değerler sistemine duyulan ortak inancın temel taşlarından biri olan, “eğer dünyada birden fazla adalet sistemi varsa bunlardan hiçbirinin mutlak olmayacağı” yolundaki çelişkili ilkedir. Açıkçası doğru ve yanlış kavramları, bunlar arasındaki farklılıklar ve bu farklılıklar üzerinde uzlaşıldıktan sonra yaşanan ihlallere toplumun verdiği tepkiler, bir yerden diğerine önemli farklılıklar gösterir. Aynı toplum ve kültürel grubun içinde bile, bir hukuki düzenlemenin, kendisine koşut başka bir düzenlemenin yetki ve yargılarını dikkate almaması, çatışma konusu haline gelebiliyor. Bu farklılıklar gerçek vakalar yaşandığında, keskinlik kazanırlar. Bir toplumun yargıladığını, öteki yüceltir. “

İstanbul Bienali’nin seçicisi Dan Cameron, şiirsel adalet kavramının düşünsel arka planını böyle çizdikten sonra, bunun bir sanat etkinliğinin teması olarak belirlenmesine dair de şunları anlatıyor:

“Şiirsel Adalet başlığı, aynı adı taşıyan edebiyat yönteminden esinlenerek ortaya çıktı. Bu yönteme göre, bir romanda katilin cinayete kurban gitmesi, önceki durumun bariz bir sonucu olacağı için, tam anlamıyla şiirsel adalet sayılmaz."

"Ama eğer katil kazara daha önce başkalarını öldürdüğü silahla ölürse, şiirsel adalet yerini bulmuş olur. Böylece sadece işlenen suç cezalanmış olmaz, aynı zamanda cezalandırmanın amaç ve kapsamı tanrısal bir mesaja dönüşmüş olur."

"Şiirsel adalet temasının bienaldeki kullanımında ise, “şiir” ve “adalet” sözcüklerinin birbirinden yalıtılması, ardından daha yoğun ilişki içinde yeniden birleştirilmesi amaçlandı. Gündelik olan ile ebedi olanı bütünleştirme arzusu, şiirin görsel sanatlara yakınlığına işaret eder. Aynı sonuca, görsel sanatlar da gündelik deneyimden çıkan malzeme ve imgeleri, kalıcı bir kültürel yankı elde etmek amacıyla yeniden düzenleyerek ulaşmaya çalışır. “

Çalışmalardan Örnekler

İsrail’den Uri Tzaig ve Avi Shaham, “Look at me” adlı çalışmalarında, dev bir kamera heykeli yapmış ve içine bir video filmi yerleştirmişler. Film, yüzleri kırış kırış olmuş, kas kontrollerini kaybetmiş çok yaşlı erkek ve kadınların portre görüntülerini yansıtıyor. Her portre arasında, o yaşlıların dilinden, insanın kendini algılama bilinci, varoluş problemleri gibi konulara değinen kısa metinler akıyor. Söz konusu kavramlar üzerinde düşündürmesi kadar, insanın vicdanını da uyaran çok çarpıcı bir çalışma.

Bir diğer İsrailli sanatçı Efret Shvily ise sekiz televizyon ekranından sekiz video bant sundu bizlere. Her ekranda, şarkı söyleyen bir kişi görüyoruz. Çalışmanın çarpıcı yanı, her birinin tek başına söylediği şarkının, sanki hep birlikte aynı anda söylenmiş izlenimi uyandırması. Oysa ki o insanlar farklı zamanlarda yalnızken söylemişler o şarkıyı. O yüzden çekimleri eşzamanlı olarak bir araya geldiğinde, kimi erken başlıyor şarkıya; kimi geç. Fakat hepsi aynı şarkıyı söylüyorlar sonuçta, hep bir ağızdan. Düşünce özgürlüğü dolayımındaki bu video art, serginin izlemesi en hoş çalışmalarından biri.

Japon sanatçı Ozawa Tsuyoshi’nin Ayasofya’nın üst galerisinde sergilenen çalışması ise kadınlar ve mutfak üzerine. Sanatçı, Japonya, Çin, Kore, Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye gibi ülkelerde yaşayan kadınlara birer yemek tarifi sormuş. Kadınlar, o yemek için gerekli malzemeleri birer silaha dönüştürerek poz vermişler. Bunun için kurulan temsili seradaki fotoğraflar, mutfaktaki kadının silahlarla birlikteliğinden doğan çelişik görüntüsü sergileniyor. Bu çalışma, izleyenlerde hangi duygu ve düşünceleri uyandırıyor, bunu tam olarak bilmek imkansız ama Nietsche’nin “kadınlar ve mutfak hakimiyeti” üzerine görüşlerini çağrıştırması, bunlardan biri olabilir.

Türkiye’den Güven İnciroğlu ve Hakan Topal’ın yerleştirme çalışması fotoğraflar ve mazot tanklarından oluşuyor. Yakın geçmişte Irak ile Türkiye arasında yapılan kamyon nakliyatı, özel yapım çelik depoları da barındırıyordu. Her kamyon kasasanın altına göre özel olarak imal edilen depolar, mazot taşımacılığı için kullanılmaktaydı. Şu anda yasaklanmış ve ömrünü doldurmuş bu depolar, sınıra yakın otoyolların çevresinde çürümeyi bekliyor. Projenin amacı “bunların, Anadolu’da ticaret nesnesi olarak binlerce yıl kullanılan amforalar gibi, arkeolojik yüzey taramasını yapmak ve seçilmiş bir tanesini prestij nesnesi olarak sunmak” biçiminde ifade ediliyor.

Sanatçıların seçtikleri mazot deposu, bir zamanlar sınırları aşıp, kontrol, kapatılma, gümrükleme bölgelerinden geçerek uzun mesafeler kat etmiş bir depo. Güven İnciroğlu ve Hakan Topal, deponun geçtiği yerlerden geçerek, fotoğraflarla kendi güncelerini tutmuşlar. “Zoraki İhtiva” adlı bu çalışma, metropolde terk edilmiş, sahipsiz kalmış ve gitgide harabe haline gelmiş olan her şeyin bir sembolünü sunuyor aynı zamanda.

*

“Bu tür temsil biçimlerinin, bireyin dünyaya ilişkin görüşlerinin oluşumuna fazla katkıda bulunmayacak kadar özgünleştikleri iddia edilebilir. Ancak henüz görece yeni oldukları için, bu girişimlerin ne tür kalıcı etkiler bırakacakları hakkında konuşmak için henüz çok erken. “ diyor bienalin sanat yönetmeni Dan Cameron. “Gerçek olanın yalnızca elle tutulur olandan ibaret olduğunu kabul etmeye, bireyin iç dünyasına ait deneyimlere hiç dokunmayıp, bunların varlığını yadsımaya fazlasıyla hazırız. Sonuçta, çağdaş sanat üretiminde genel bir duygulanım sığlığının hakim olduğu izlenimini ediniyoruz. Öte yandan insanların sanata karşı duyduğu kopukluk duygusunu değiştirecek ideal araçların neler olabileceğine ilişkin bir mücadele de başlamış bulunuyor. 8.Uluslararası İstanbul Bienali’nin de en önemli amaçlarından biri, yaşamın görünen ve görünmeyen iki cephesini uzlaştırmak için sanatın bir araç olduğu düşüncesine kendini adamış sanatçıların fikirlerini tartışmaya açan, canlı, hareketli bir kamusal forum yaratmaktır.”

24.10.03

Yalan

TÜYAP 22. İstanbul Kitap Fuarı 25 Ekim’de açılmıştı ve bugün de sona eriyor. Fuarın bu yılki teması “Kent Kültürü ve İstanbul”du. Konferans, söyleşi, ödül töreni, fotoğraf sergisi gibi ikiyüze yakın etkinlik gerçekleştirildi ve 750 yazar, sanatçı, bilimci, gazeteci ve politikacı kitaplarını imzaladı. Kitap Fuarı’nın yabancı yazar konukları ise dünyanın her yerindendi; Fransa, İsrail, Filistin, İtalya, İsveç, Romanya, Almanya ve Amerika’dan yazarlar Türkiye’deki edebiyatseverlerle tanışma olanağı buldu. Bu büyük buluşmanın onur konuğu ise Tahsin Yücel’di.

1933 Kahramanmaraş-Elbistan doğumlu olan Tahsin Yücel, öykü, roman, deneme yazarı. Ve bir akademisyen olarak göstergebilimin Türkiye’deki öncülerinden. Tahsin Yücel’in Türk dili için üç büyük önemi var: Göstergebilimin öncülüğünü yaparak dil çalışmalarına yaptığı katkı; dilde sadeleşmeyi savunduğu için dağarcığımıza eklediği öz Türkçe sözcükler; ve içlerinde pek çok önemli klâsik eserin bulunduğu seksen kadar yapıtı Türkçe’ye çevirmiş, dilimize - düşüncemize kazandırmış olması. Bu nedenle Azra Erhat Çeviri Üstün Hizmet Ödülü’ne sahip.

Birer eleştiri ve çözümleme yöntemleri olan göstergebilime ve yapısalcılığa, gerek yapıtlarıyla gerek çevirileriyle çok katkısı var Tahsin Yücel’in. Son kitabı “Yalan”, bu alanda yıllar içinde ulaştığı birikimin doruk noktasında yazılmış hayli çarpıcı bir roman. Dil ve düşünce ilişkisine tersinden bakmaya davet eden bir önermesi var “Yalan”ın. Dil çalışmalarında dilin mi düşünceden, yoksa düşüncenin mi dilden geldiği hep tartışılır. Yaygın kabul, “Bir sözcüğün doğuşuna sebep olan şeyin, bir kavram, bir düşünce” olmasıdır. Ve ne kadar çok sözcük üretilirse, insan düşüncesinin o kadar gelişeceği varsayılır. İşte Tahsin Yücel’in “Yalan” adlı romanında tersinden baktığı ve sorguladığı bu: Belki de dil, düşünceyi sınırlamaktadır. Belki de, dilleri sadece ötüş, sesleniş, haykırış olan ilk insanların kavram dünyası bizimkinden daha zengindi. Ve belki de sözcükler gerçeği söylemeye hiçbir zaman yeterli değildir. Belki de sözcük kendi kavramının gerisindedir.

26.9.03

Marka ve Şiddet

Wiesbaden eyaletinin iki gençlik koordinatöründen biri olan; çocuklar ve gençlerle ilgili kurumlarla polis arasında bağlantı görevi yapan Yüksek Komiser Stephanie Held, Almanya’daki okullarda şiddet eylemlerinin daha çok marka düşkünlüğü sebebiyle ortaya çıktığını bildiriyor.

Gençler için kıyafetin çok önemli olduğunu söyleyen Held, pahalı giysilere sahip olmak isteyen gençlerin şiddet ve suça daha fazla eğilimli olduğunu gözlemiş.

Pahalı giysilere sahip olabilmek için hırsızlık yapan ya da gerekli parayı suç işyelerek elde edinen gençlerin varlığından söz ediyor. Kıyafetinde modaya uymayanların aşağılanarak dışlandıklarını söyleyen Stephanie Held, bu gençlerin zengin arkadaşları tarafından “Aldi çocuğu” yakıştırmasına uğradıklarını belirtiyor.

Şiddet olaylarının niteliğinin son senelerde değişime uğradığını vurgulayan uzman, önceki yıllarda “iki genç arasında kavga” şeklinde olan şiddetin günümüzde bir grubun tek bir kişiye saldırması ve kıyasıya dövmeleri halini aldığını, bıçak gibi silahların kullanımının arttığını ifade ediyor. Okullardaki şiddet suçlarının genellikle yaralama, şantaj, hırsızlık, uyuşturucu ve silah kanununa uymama olduğunu belirten Komiser Held, küfürlü konuşmaların ve birilerine eziyet edilmesinin gayet normal karşılanır hale geldiğini söylüyor.

Viyana ve Berlin’de Türk Gençlik Kültürü

Avusturyalı gazeteci Karina Schwan, Almanya’da ve Avusturya’da yaşayan Türk gençlerinin yaşama biçimlerini incelediği bir kitap yazdı. “Breakdance, Beats ve Bodrum – Viyana ve Berlin’de Türk Gençlik Kültürü” adını taşıyan kitap, Türk gençleriyle yapılan röportajlardan oluşuyor. Görüşülen gençler arasında sanat, spor ve iş dünyasında aktif olanlar yanında işsiz gençler de var.

Kendisinin de yıllarca yurt dışında yaşadığını söyleyen Karina, “Bana yurt dışında çok iyi davranıldı. Viyana’da Avusturyalıların Türklere davranışını görünce bu kitabı yazmaya karar verdim” diyor. Gençlerin iki kültür arasında kaldıkları görüşünün gerçeği yansıtmadığını düşünen Karina Schwan, “Berlin ve Viyana’da Türk gençleri yollarını kendileri çiziyor.” diyor.

8.9.03

AB'de Geleceğin Eğitim Sistemi

Avrupa Birliği ülkelerinde 2009’dan itibaren, üniversite öncesi bilgisayarlı eğitimde kulanılacak sistem, Türk yazılımcılar tarafından ODTÜ Teknopark’ta üretiliyor.

Altıncı çerçeve programı kapsamında uygulanması öngörülen proje, çokkültürlü ve çok dilli bir ülkeler topluluğu haline gelecek Avrupa Birliği bünyesindeki ülkelerde, bu farklılık nedeniyle eğitimde çıkabilecek sorunları çözmeyi hedefliyor.

Çıkış noktası, insanlar farklı kültür, dil ve zevklere sahip olduğu için herkese aynı metotla eğitim verilemeyeceği düşüncesi. Buna göre önce her öğrencinin “öğrenme profili” ve o konudaki mevcut bilgi düzeyi ortaya çıkartılacak. Bilgisayarlı eğitim de bu bilgilere göre verilecek. Örneğin, bir matematik dersinde, hangi kavramların hangi öğrenciler için ön plana çıkartılacağına, öğrencilerin kişisel öğrenim profillerine bakılarak karar verilecek. Bir öğrenci matematik öğrenmeye “çıkarma işlemi”nden başlarken, bir diğeri “çarpma işlemi” ile başlayabilecek. Derste verilen örnekler de bu modele uygun olacak.

Bu sitemde öğretmen daha çok danışman olarak çalışacak. Ancak öğrencinin sınıftaki durumunu iyi bildiği için gerekli gördüğünde müdahele edebilecek ve öğrenim modelinde değişiklik yapabilecek.

Geleceğin eğitim sistemi, öğretimi okul dışına da taşıyacak. Örneğin “yanardağlar”la ilgili dersler alan bir öğrencinin bilgisayarında, “bu gece saat 20.00’de Discovery Channel’da yanardağlarla ilgili programı izle!” gibi bir uyarı belirecek.

Avrupa Birliği üyesi ülkelerde 1. ve 12. sınıflar arasındaki öğrenimi kolaylaştırmanın hedeflendiği, 25 ülkenin Eğitim Bakanlığı’nın katkıda bulunduğu projenin uygulama modeli büyük olasılıkla 2009-2010 öğretim yılında devreye sokulacak.

Bu projede önemli sorumluluk üstelenen genç Türk ekibi, ODTÜ Teknopark’ta kurulan e-öğrenim merkezinde çalışmalarına başladı. 70 kişinin görev aldığı projede yazılımcıların yaş ortalaması oldukça genç. Öyle ki en yaşlıları, 28 yaşındaki proje sorumlusu Ahmet Eti.

Meslek Eğitimi

Meslek eğitimi döneminin başlaması yaklaşırken, meslek eğitim yeri arayan gençlere umut veren açıklamalar yapıldı Almanya’da. Federal Ekonomi Bakanı Wolfgang Clement, meslek eğitimi yapmak isteyen herkese yıl sonuna dek bu imkanın sağlanacağını açıklarken, Federal Eğitim Bakanı Edelgard Bulmahn da meslek eğitim yeri açığının Eylül sonuna dek kapatılacağını söyledi. Geçen yıl büyük bir açık olmasına rağmen, durumun son anda düzeldiğini, çırak eğitmemekte direnen işverenlere uygulanacak yaptırımlar konusunda 2004’ten önce bir girişimde bulunulamayacağını tekrarladı.

Burada sorun, meslek eğitiminin pahalı olması. Çünkü bir öğrencinin firmaya maliyeti yıllık yaklaşık 100 bin euro’yu buluyor. İşverenler bu yüzden, eleman yetiştirmek yerine, yetişmiş eleman istihdam etme yoluna gidiyorlar.

Federal Eğitim Bakanı Edelgard Bulmahn, meslek eğitim yeri açılmasına ilişkin olarak Doğu Almanya’da uygulanan projenin başarıya ulaştığını, bu konuda önemli deneyimler elde ettiklerini bildiriyor. Ve projenin Batı Almanya’da da her işverenin faydasına olacağına anımsatıyor. Buradaki “fayda” sözcüğü, sadece eleman yetiştirip kazanmak anlamında değil. Firmalara durumlarına ve içinde bulundukları bölgenin yapısına göre mâli destekler verilmesi de söz konusu.

Mesleki eğitim konusundaki bu atağın bir de yabancı kökenli iş sahipleri boyutu var. İşletme sayıları 280 bini bulan yabancı kökenli iş sahiplerinin projeden yararlanabilmesi için oluşturulan ve “KAUSA İnisiyatifi” adı verilen mesleki eğitim programı da uygulamaya konuldu. Dual meslek eğitimi olarak adlandırılan programın avantajlarını yabancı kökenli iş sahiplerinin tam olarak bilmediği; buna rağmen KAUSA’nın çalışmalarıyla 10 bin kişiye meslek eğitimi verildiği bildiriliyor.

Eğitim Bakanlığı tüm bunları kapsayan bir broşür hazırladı. Ayrıca internette www.bmbf.de adresinden de bilgi almak mümkün.


6.8.03

Belçika Genel Seçimleri

Belçika’da 18 Mayıs 2003'te yapılan genel seçimlerde Flaman Sosyalist Parti’nin Türk adayı Fatma Pehlivan, 43 bin tercihli oy alarak ikinci kez senatoya girdi. 9 yaşındayken ailesiyle birlikte Belçika’nın Gent kentine göç eden Pehlivan, “Bizim çocukluğumuzda yerli halkla göçmenler arasında sıcak ilişkiler vardı.“ diyor. “İki kültürü birlikte yaşayarak bireysel gelişim sağladım. Ama göçmenler, toplum olarak bu gelişimi sağlayamadı. Bu nedenle zamanla sorunlar baş gösterdi. Kendilerini Belçika kültürüne kapatan göçmenler belli yerlerde toplanmaya başladı. Devlet de nasıl olsa gidecekler diye 30-40 yıl bu soruna göz yumdu.” diyor.

Göçmen sorunlarının ancak devlet tarafından çözülebileceğine inanan Fatma Pehlivan, geçen dönemki milletvekilliğinde senatoya üst üste verdiği yasa tasarıları ile dikkat çekmişti. Bunlardan biri, göçmenlerin ilk önce devletin sektörlerinde işe yerleştirilmesi tasarısıydı. Çünkü İşverenler göçmenlere karşı önyargılı oldukları için Belçika ölçeğinde yüzde 8 olan işsizlik oranı, göçmenler arasında yüzde 30’ a çıkıyor. Liberal Parti’nin karşı çıkması nedeniyle geçen dönem kabul edilmeyen bu tasarı, yeni dönemde Flaman Sosyalist Parti’nin Türk milletvekili Fatma Pehlivan’ın girişimiyle yeniden sunulacak senatoya.

Milletvekilimizin seçim bölgesinde 25 bin Türk seçmen bulunuyor. Aldığı oy ise 43 bin. Bu, kendisine yalnızca Türklerin değil, diğer göçmen halkların da oy verdiğini gösteriyor. Bunun sebebi, bütün göçmenlerin politik hakları için yaptığı parlamenter mücadele ve gösterdiği performans elbette.

25.7.03

Altın Bilezik

Türk gençlerin bir meslek öğrenmelerini özendirmek amacıyla Köln’de “Meslek altın bileziktir” adlı bir kampanya başlatıldı. Meslek Yönledirme Kuruluşu Müdürü Wolfgang Fehl, “Amacımız bütün gençleri meslek sahibi yapmak. Herkese altın bilezik takmak istiyoruz.” diyor. Kampanya kapsamında, Türk gençleri ve ailelerine, meslek öğrenmenin önemi, nasıl meslek eğitimi alınacağı ve meslek eğitim dalları hakkında bilgiler verilecek. Önümüzdeki yıllarda meslek eğitimi almamış gençlerin iş bulmakta çok güçlük çekeceklerini söyleyen Fehl, bu konunun ciddi ele alınmasını istiyor.

Köln Başkonsolosluğu da “Meslek altın bileziktir” adlı kampanyayla ilgili bir broşür hazırladı. (Nisan 2003)

*

Almanya Türk Öğrenci Dernekleri Birliği’nden bir grup, Almanya’da master eğitimi ile ilgili olarak Nisan ayı içinde Ankara, Eskişehir ve İzmit’teki üniversitelerde bir dizi konferans düzenledi. BTS Master Projesi sorumlusu Engin Şahin, iyi bir gelecek sahibi olmak arzusuyla, eğitim almak üzere Almanya’ya giden ve hayal kırıklığına uğrayan çok öğrenci olduğunun söyledi. Bu öğrencilerin, dil sorunu, Türkiye’de alınan derslerin Alman üniversitelerinde saydırılamaması, ve Türkiye’de alınan diplomanın geçerliliğini sağlayamama gibi sorunlarla karşılaştıklarını anlattı. Bu gibi sorunlarla karşılaşmamak için gereken bilgiyi almak üzere Almanya Türk Öğrneci Dernekleri Birliği’nin web sitesi ziyaret edilebilir. Adresi, www.btsonline.de

Hollanda Genel Seçimleri

Hollanda’da 22 Ocak 2003'te yapılan genel seçimde parlamentoya üç Türk milletvekili girdi. Demokrat İşçi Partisi’nden Nebahat Albayrak, Hristiyan Demokrat Parti’den Coşkun Çörüz, Liberal Parti’den Fadime Örgü Hollanda’nın yeni parlamentosunun üç Türk milletvekili. 1998’den beri parlamentoda olan Nebahat Albayrak’ın adı, biz programımızı hazırlarken olası Bakanlar arasında geçiyordu. Ve kendisi bir şey söylemek istemese de gelecekte üyesi bulunduğu İşçi Partisi’nin lideri olabileceğinden söz ediliyor. Bu başarılı kadın 2 yaşından beri Amsterdam’da yaşıyan 1968 doğumlu bir genç kadın.

Seçimi, Demokrat İşçi Partisi’ni kılpayı geçen Muhafazakar Hristiyan Demorat Parti kazandı. Geçen yıl liderleri Pim Fortuyn’a düzenlenen suikast sonrası gerçekleşen 15 Mayıs seçiminde 26 sandalye kazanan Pim Fortuyn’un Listesi adıyla anılan parti bu kez sekiz sandalye çıkarabildi. Liberal Parti 28; Demokrat İşçi Partisi 42; Hristiyan Demokrat Parti ise 44 sandalyeyle, seçimi tamamladı. Hollanda’da sağ partilerin yükselişini Nebahat Albayrak, önceki koalisyon partilerinin kimlik kabına uğraması ile açıklıyor. Yani sosyal demokratların “sosyal”, liberallerin “liberal” kimliğinin arka plana düştüğünden söz ediyor. Ve diyor ki: “Hollanda’nın mâli politikası çok güçlüydü. Artık paraları nerelere harcayacağımızı şaşırıyorduk. Bunu yaparken -sosyal demokratlar için konuşacak olursam- bence insanların maddi dünyasını düzeltirken, manevi dünyalarını biraz unuttuk.” Buna örnek olara da büyük şehirlede çok kültürlü semtlerde yaşanan sorunlarını ve artan suç oranını gösteriyor Nebahat Albayrak.

Sağ politikaların öne geçmesi ülkedeki göçmenler ve elbette Türkler için önem arz ediyor. Çünkü aldıkları ilk önlemler, göçmenlerin aleyhine olacak yeni düzenlemeler olarak beliriyor. Göçü durdurmak, yabancıların girişini iyiden iyiye sınırlamak, yurttaşlığa geçiş hakkının koşullarını biraz daha zorlaşırmak gibi. Şimdi Hollanda siyasal yaşamında Türklerin durumuna biraz daha yakından bakalım:

Geçen seçimlerde, 15 Mayıs 2002’de, seçimlere 10 Türk aday katılmış, sadece iki kişi, Nebahat Albayrak ve Coşkun Çörüz parlamentoya girebilmişti. Bu iki yurttaşımızın başarısı, bir ölçüde tercihli oylara dayanıyordu. Tercihli oyun anlamı şu: Seçmen, oyunu, partiye değil, parti listelerinde adı geçen bir adaya verebiliyor. O aday, listenin alt sıralarında, seçilemeyeceği bir yerde bile olsa, en az 15 bin tercihli oy almış olursa, parlamentoya girebiliyor. Geçen seçimde Nebahat Albayrak 31 binin üzerinde tercihli oyla büyük başarı sağlamıştı. Coşkun Çörüz listedeki yerinde partisinin aldığı oylarla seçilmiş; parlamentoya bu seçimde giren Fadime Örgü ise 9883 oyda kalmıştı. 10 Türk adayı için toplam 65 bin tercihli oy kullanıldıysa da her birine 15’er binden az oy düştüğü için seçilememişlerdi. Uzun savaşımlar sonucu elde edilen seçme ve seçilme hakkı daha etkin kullanılsa, Hollanda Türk toplumunun en az beş milletvekili çıkarma potansiyeli var. 6 Mart 2002 yerel seçimlerinde Amsterdamlı Türklerin seçimlere katılma oranı % 28 iken, Rotterdamlı Türkler % 52 katılım göstermişlerdi. 100 Türk kökenli politikacı Amsterdam-Rotterdam bölgesi merkez belediyesinde, 30 kişi de semt belediyelerinde görev almıştı.

Almanya Türk Toplumu Araştırmaları

Almanya Essen’deki Türkiye Araştırmaları Merkezi Almanya’da yaşayan müslümanların dini nasıl kavradıklarına dair bir araştırma yaptı. Buna göre, Almanya’da yaşayan Türklerin İslam’a bakışı değişti. Özellikle de genç kuşak, batılı yaşam tarzı ile İslam dini arasında kendine özgü bir sentez oluşturdu. Oruçla diskoyu bağdaştırmak gibi. Bu noktada, batı modernizminin damgasını vurduğu bir “Avrupa İslamı”nın temellerinin atıldığı düşünülüyor. Araştırmaya göre Avrupa İslamı beş ana noktadan oluşuyor. Almanya’da yaşayan Türklerin çoğu devlet ile dinin birbirinden ayrılmasından yana. İnançlarının bir sanayi toplumunun normlarıyla bağdaştığı görüşünde. Şeriata da karşı olan Türkler, anayasaya bağlı ve çoğulcu demokrasiyi onaylıyorlar. Bunlar, dinden uzaklaşma anlamına gelmiyor. Tersine, Almanya’da ne kadar yaşarlarsa, dinlerine bağlılıkları o kadar artıyor. Gözlemlere göre, zaman içinde özellikle yaşlı kuşak dindarlaşıp muhafazakârlaşıyor. Fakat Essen’deki Türkiye Araştırmaları Merkezi’ne göre, köktendinciliğin yaygınlaştığına dair bir ipucu bulunmuyor.

Bu araştırmada saptanan bir başka gerçek de, Almanların İslam konusundaki bilgilerinin yetersizliği. Araştırmanın yazarlarından Martina Sauer’e göre “genellikle islam ve müslümanlar, bazı İslam ülkelerindeki köktenci tutumlarla bir görülüyor. Bir çok İslam ülkesinde din ve devlet işlerinin ayrı tutulduğu pek dikkate alınmıyor.” İslam dünyasında da Hristiyanlıkta da özel günlerde ve özellikle bayramlarda, aşırı dindarlıktan saf tüketici davranışına kadar uzanan farklı kavrayışlar var. Martina Sauer “benzer şekilde Türk ya da Müslüman diye bir prototip yoktur. Eğer araştırmamız aracılığıyla farklı bir bakış açısınan bakılmasını sağladıysak, Almanya’daki İslam anlayışına katkıda bulunmuşuz demektir. Bu durumda, gerekli siyasal kararların alınması daha kolay olacaktır.” diyor.

*

Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkler üzerinde yaptırdığı bir araştırmaya göre, Türkler Almanya’ya bağlılar ve gerekirse yaşadıkları bu ülkeyi savunmaya hazırlar. Örneğin Müslüman bir ülkenin Almanya’ya saldırması halinde Türklerin %56’sından ülkeyi savunmaya hazır oldukları yanıtı alınmış.

Araştırmanın diğer bulguları ise demokratik düzeni kabullenme üzerine. Türklerin %80’i Almanya’daki demokratik düzeni benimsiyor. Bu oran Almanlarda % 74. Türkler Adalet, Anayasa Mahkemesi, polis gibi yasama-yürütme organlarına güveniyorlar, Konrad Adenauer Vakfı’nın yaptığı araştırmaya göre.

Anadolu Üniversiteleri

Türkiye’de 53 devlet üniversitesi, 22 tane de vakıf üniversitesi var. Üç büyük kent dışında kalanlar “Anadolu Üniversitesi” olarak anılıyor ve birbirleri ardına hızla kuruldukları günlerden bu yana yoğun eleştiri altındalar. Alt yapı ve öğretim kadrosu sorunları nedeniyle yüksek öğrenimin kalitesini ve saygınlığını azaltacağı düşünülen bu yaygınlaşmaya, ilk günlerinden beri kuşkuyla yaklaşılıyor. Onlara “lisenin devamı meslek okulu” diyenler de var, “tabela üniversitesi” diyenler de. Öte yandan akademik yetkinlikleri tartışılsa da, kuruldukları küçük kentlerin havasını değiştirdikleri konusunda herkes hemfikir. Başka kentlerden, hatta büyük şehirlerden gelen kadınlı-erkekli genç üniversite toplumu, taşranın tutucu değer yargılarını hoşgörü yönünde değiştirebiliyor. Fakat Anadolu üniversitelerinin etkinliğini bu şekilde sınırlamak hatalı olur çünkü son yılların verilerine göre, bu üniversitelerden çıkan bilimsel yayınlardaki artış, eğitim bakımından da iddialı olduklarını gösteriyor. Bilindiği gibi üniversitelerin başarıları, öğretim kadrosunun yayınladığı bilimsel yayınların niceliği ile ölçülüyor. Türkiye Bilimler Akademisi Başkanı Prof. Dr. Engin Bermek’e göre Anadolu üniversetelerinde bu açıdan bir hareketlilik var.

1987’den bu yana yüksek lisans ve doktora eğitimi için yurt dışına gidenlerin sayısı 3000. Yüzde yetmişbeşi geri dönen bu öğrenciler, gitmeden önce taşra üniversiteleri ile ilişkilendirilmişlerdi. Anadolu üniversitelerinde bilimsel yayınların artmasında, döndükten sonra akademik kariyerlerine araştırma görevlisi ya da yardımcı doçent olarak başlayan bu gençlerin katkısı var şüphesiz. (Kasım 2002)

Fransa'da...

Eylül 2002'de Le Figaro gazetesinde yayınlanan bir araştırmaya göre, Fransa’da gelecek yıllarda sınırların göçmenlere açılmasının yeterli olmayacağı, aktif nüfusun, özellikle de kadınların, daha çok çalışmalarının gerekli olduğu bildirildi. Ekonominin ihtiyaç duyduğu işgücünün yabancı ülkelerden de karşılanabilmesi için göç yasalarının esnekleştirilmesi, zaten gündemde olan bir konu. Fakat yeni göç dalgalarının sorunu çözmeye yeterli olmayacağı öngörülüyor Fransa’da. Bunun nedeni çalışan nüfusun aktif-pasif dengesi. Her koşulda nüfus yaşlanıyor ve aktif-pasif dengesi, dış göçle bile en geçerli değerini bulamıyor. Üstelik nitelikli işgücünü dış ülkelerden edinme olasılığı düşük; çünkü yakın geçmişte dışardan bilgisayar elemanı talep eden Almanya’nın hayal kırıklığına uğraması gibi bir örnek var. Bu nedenle en sağlıklı çözümün, fiili çalışma sürelerinin uzatılması olduğu düşünülüyor. Önerilen süreler ise özel kesimde 40 yıl, kamu kesiminde 37,5 yıl çalışılması. “Ücretli çalışanların 60 yaşına kadar çalışmasında yarar görülmektedir” deniyor. Bugünkü durumda Fransa’da 55 ile 64 yaş arasındaki gruptaki çalışma oranı %30. Bu oran Amerika Birleşik Devletleri’nde %50.

Peki işgücünün verimli devamlılığı nasıl sağlanacak? Yeni mesleki eğitim ve formasyon politikalarıyla. Ve çocuk bakım evleri sayısının artırılması yoluyla, ev kadınlarını işgücü piyasasına alarak. Buna olumsuz örnek olarak da İtalya ve ispanya gösteriliyor. Bu iki ülkede doğum oranı düşük olduğu halde çalışma oranı da düşükmüş kadınlar arasında. Almanya’da olduğu gibi Fransa’da da anne-babalara ikinci çocuktan sonra eğitim yardımı yapılması gibi uygulamalar kadınları çalışma hayatından ayrılmaya teşvik ediyor.


Avusturya'da...

Avusturya vatandaşlığına geçen yabancıların sayısının, geçen yıl sayıları itibariyle %30 oranında arttığı bildiriliyor. Avusturya İstatistik Dairesi’nin yaptığı açıklamaya göre, 2001 yılında Avusturya vatandaşlığına geçişte Türkler 10.046 kişiyle birinci sırada yer aldılar -ki bunların %42’sini Avusturya doğumlular oluşturuyor. İkinci sırada Yugoslavlar, üçüncü sırada Bosna-Hersek’liler geliyor. Avusturya vatandaşlığna geçenlerin çoğunluğunu 15-29 yaş grubundaki gençler oluşturuyor.

Hollanda'da...

Hollanda’da yapılan çalışmalar sonucu, 1995’te %35 olan Türkler arasındaki işsizlik oranı, %9’a inmiş. Bu bilgi, Sosyal İşler ve İstihdam Bakanı ile Azınlıklardan sorumlu Bakan’a sunulan rapordan geliyor. Hollanda İstatistik Bürosu tarafından yayımlanan bir başka rapora göre de göçmen nüfus, yerli Hollandalılara göre daha hızlı artıyormuş. 2010 yılına kadar göçmen nüfusun 2 milyonu bulması, yani nüfusun %12’si olması bekleniyormuş.

*

Hollanda’ya yeni gelenlerin katılmak zorunda oldukları uyum kurslarında başarı oranının 1/5 olduğu bildiriliyor. Entegrasyondan sorumlu Büyük Kentler ve Azınlıklar Bakanı Roger van Boxtel tarafından yapılan açıklamada kurslar yarım bırakılıyor ve buna neden olarak, “iş bulma”, “çocuğa bakma zorunluluğu” ya da “kişisel problemler” öne sürülüyor.. Kursu tamamlamayanlara yasal olarak ceza uygulanabilmesine karşın bugüne kadar bu uygulamaya başvurulmamış olmasına da dikkat çekiliyor.

Almanya'da...

Almanya’da çok sayıda bakıcıya ihtiyaç varmış. Bakım meslekleri için eğitim yapanların sayısında duraklama olduğu için, iş piyasası istatistiklerine göre, önümüzdeki on yıl içinde sadece yaşlıların bakımı için 4000 ek elemana ihtiyaç duyulacağı ve bu mesleğin ekonomik krizlerden etkilenmediği ifade ediliyor. Baden Württemberg eyaleti yetkilelerince yapılan bu açıklamalarda, bakım mesleğinin imaj sorunu yaşadığından, yetersiz Almanca bilgisi nedeniyle yabancıların bakıcı olarak görev alamadıklarından söz ediliyor.


İngiltere'de...

İngiltere’de göçmenler 2001 yılında 29 milyar Sterlin kamu fonlarından yararlanmış, buna karşılık 31 milyar Sterlin vergi ödeyerek ekonominin büyümesine katkı sağlamışlar. Ülkenin göçmen politikası, Kraliçe II.Elizabeth’in bir konuşmasına göre, “çok kültürlülüğün çağdaşlık göstergesi sayıldığı; diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bundan sonra da vasıfsız işgücü açığının ilk planda göçmenler tarafından karşılanması gerektiği” düşüncelerine dayanıyormuş.


İsviçre'de...

2001 yılı nüfus sayımına göre İsviçre’nin nüfusu 54 bin kadar artarak 7.258.000’e ulaşmış. Nüfus artış hızı binde sekiz; sayıları görece artanlar ise göçmenler olmuş. Toplam nüfusun %20’si yabancılardan oluşan İsviçre’de yabancıların nüfus artış hızı %2,5 iken, yerli İsviçrelilerin nüfus artışı binde üç olarak gerçekleşmiş, ki bunların bir kısmını da ülke vatandaşlığını kazanan yabancılardan oluşuyormuş.


Belçika'da...

Belçika’da çalışan her üç kişiden biri “kaçak” statüsündeymiş. Belçika Çalışma ve İstihdam Bakanlığınca yapılan açıklamaya göre, denetimler sonucunda, ülkeye yasa dışı yollardan giren yabancıların %44’ü inşaat sektöründe, %11’i lokanta sektöründe, %9’u ziraat sektöründe çalışıyormuş.


Danimarka'da...

Danimarka Yabancılar Yasası’nda Schengen Anlaşması uyarınca bazı değişiklikler yapıldı. Buna göre, bir Schengen ülkesinde geçerli olmak üzere verilen, oturma izni yerine geçen ve süresi üç aydan fazla olan bir vizeye sahip yabancılar, Danimarka’da da üç ay kalabileceker. Bilindiği gibi, Schengen Anlaşlaması’na imza atan ülkeler arasında Danimarka yok. Yapılan bu değişiklik, Danimarka’yı görmek, orada bir süre bulunmak isteyenlere kolaylık sağlama anlamına geliyor. Tabii bir ölçüde: Çünkü Schengen vizesinin üç aydan fazla bir süreyi kapsaması gerekiyor. Ve Danimarka’ya bir defaya özgü gelinip kalınan süre ile aralıklı sürelerde gelinip kalınan sürelerin toplamı, Schengen ülkesine gelinen ilk günden itibaren altı aylık süre içinde en fazla üç ay olabiliyor. Yabancı kişi altı aylık süre içinde Danimarka dışında bir başka Schengen ülkesinde daha bulunmuşsa, bu süreler sözü geçen üç aylık süreden düşülüyor.

Gitmek Çözüm mü?

Mayıs 2003’te, Bizim Ülke Derneği tarafından gençlik sorunları üzerine bir panel düzenlendi İstanbul’da. Toplantıda, Türkiye’deki gençlerin büyük bölümünün, sorunlarını çözmek için tek yol olarak gelişmiş ülkelere gitmeyi düşündüğü saptaması yapılmış. Fakat gelişmiş ülkelerdeki gençlerin yaşadıkları sorunların Türkiye’dekilerden fazla olduğu da belirtilmiş.

Tüketim toplumu değerleri gençleri boşluğa itiyor! Üreticilik, işe yararlık, çalışkanlık, elde edilen şeyin hak edilmiş olması gibi değerler, gitgide yok oluyor!

Türk gençliğinin sorunlarını irdelemek üzere Bizim Ülke Derneği tarafından düzenlenen panelde tartışılan konular bu merkezdeydi. Derneğin Yönetim Kurulu Başkanı Aysel Ekşi’ye göre, Türkiye’deki gençlerin büyük kısmı, gelimiş bir ülkeye gitmek istiyor. Fakat gelişmiş ülkelerde yaşayan gençler de sorunsuz değil.

Birleşmiş Milletler’in raporlarına dayanarak dünya gençliğinin sorunlarını derleyen Aysel Ekşi şöyle diyor: “Dünya Sağlık Örgütü’nün verdiği küresel ölçekli rakamlara göre, günde 1424 genç, cinayetle yaşamını kaybediyor. İntihar oranlarında da ciddi artışlar gözleniyor. Öyle ki 15-24 yaş grubunda ölüm nedeni olarak intiharlar, ikinci sırada.”

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Füsun Çuhadaroğlu da “Avrupalı gençlere oranla Türkiye’deki gençlerde intihar, uyuşturucu kullanımı ve AIDS ciddi boyutlarda değil. Ama giderek artan şiddet.” diyor. Psikolojik rahatsızlıkların birincil nedeninin “gençlerin bir şeye bağlanamaması, kendilerine model bulamaması” olduğunu söyleyen Çuhadaroğlu, bu boşluk hissinin, gençleri karamsar yaptığını düşünüyor; ve ekliyor : “Aslında toplum olarak kimlik krizi yaşıyoruz. Sağlıksız olan yalnızca gençelr değil, anne-babaları da.”

Psikiyatrist Erdal Atabek de eksensiz ve hedefsiz gençler için çıkış yolunu “sorumluluk alma” olarak gösteriyor. “Başarı, eksik ve yanlış koşullar içinde doğruyu seçmektir” diyor.

24.7.03

Çanakkale Savaşı Belgeseli

“Hititler” filminden önce Atatürk’e ve Nemrut Dağı’na ilişkin iki belgesel daha çeken yönetmen Tolga Örnek’in sıradaki filmi Çanakkale Savaşı üzerine olacak. Türk Tarih Vakfı, İngiliz Kraliyet Savaş Müzesi ve Avusturalya Savaş Müzesi’nin destekleyeceği film için Tolga Örnek, “hayatımın en büyük projesi” diyor. Ve konuyla ilgili herkesin yardımına ihtiyaç duyuyor. Çanakkale’de yaşayan, ya da babasından-dedesinden anılarını dinleyen; elinde savaşa ilişkin belge olan her kim varsa, film ekibi onları da çekime dahil etmek istiyor. “Film, genelde insancıl ve bireysel öyküler etrafında döneceği için, bu tür yardıma şiddetle ihtiyaç var.” deniyor.

Anlatacaklarınız ya da gösterecekleriniz varsa, film ekibine ve yönetmen Tolga Örnek’e ulaşabileceğiniz telefon numaraları 00 90 212 272 10 58 ve 272 10 65.
Bir de elektronik posta adresi var: vekip@superonline.com

Dağıtımı dünya çapında yapılacak film, Çanakkale Savaşı’nı bugüne dek yabancı kaynaklardan dinleyenlere,Türkiye’nin sesini, bir Türk yapımıyla duyurmuş olacak.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, yaz aylarında tatil yapamayan kimsesiz gençlere eğitim merkezlerini açıyor.

Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ile bakanlık arasında kurulan işbirliğinin sonucu olarak kimsesiz gençler 2004 sonuna dek tatil amacıyla eğitim kamplarından yararlanabilecek.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yazılı açıklamasına göre, Ankara Atatürk Çocuk Yuvası’nda koruma ve bakım altında bulunan 80 çocukla, aileleri tarafından ihmal ve istismar edilen 32 çocuk, geçen ay Antalya-Kemer Turizm Eğitim Merkezi’nde tatil yaptı. Ayrıca Keçiören Atatürk Yurdu’nda kalan 40 genç Ürgüp’te; Batman’da çeşitli spor etkinliklerinde başarılı olmuş 25 genç de İzmir Selçuk’taydı.

Aynı proje kapsamında ele alınan bir başka konu, kimsesiz gençlerin istihdamına ilişkin. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun koruması altında bulunan 100 öğrencinin, turistik işletmelerde önbüro ve yiyecek-içecek servisi hizmetlerinde istihdam edilmeleri sağlanacak. (Temmuz 2003)

Almanya Kuzey Ren Vestfalya eyalet hükümeti, “Meslek Eğitimi İçin 100 Günlük Kitlesel Çalışma” adında bir kampanya başlattı

Bu girişimin amacı, akla ilk geldiği gibi, gençlere meslek eğitimi vermek değil. Onun yerine, işverenleri bu iş için özendirmeyi amaçlıyor. Kampanya kapsamında hükümet temsilcileri pek çok işyerini ziyaret edecek ve onlardan meslek eğitim yeri açmalarını isteyecek. Hatta yabancı girişimcilerden de.

Almanya’da meslek eğitim yerlerinin yetersiz oluşu, bir süredir üzerinde durulan bir konu. Hatta buna kaynak yaratmak üzere, zorunlu bir ödenek konması da gündemde. Çünkü artma yerine azalma eğilimi görülüyor meslek eğitim yerlerinde. Mart ayında yapılan bir açıklamaya göre, meslek eğitimi veren kurumların sayısı 384 bin 405. Oysa geçen yıl bu sayı 60 bin kadar daha fazlaymış.

Kuzey Ren Vestfalya eyalet hükümetinin, sorunun çözümü açısından işverenleri harekete geçirmeye yönelik girişimi, özellikle Türk gençleri için büyük önem taşıyan meslek eğitiminde olumlu bir adım. (Mayıs 2003)

*

Almanya Federal Eğitim ve Bilim Bakanı Edelgard Bulmahn ileri teknoloji alanında iş kuracak genç girişimcileri 8 yıl vergiden muaf tutmak istediklerini söyledi

Handelsblatt gazetesi kaynaklı habere göre, genç ve gelişimci özellikler taşıyan bir şirkete yatırım yapanlar, şirket çalışanları ve daha sonra şirketi satın alanlar da vergi muafiyetinden yararlanabilecek. Hedeflenen, Risk Sermayesi piyasasına canlılık kazandırmak. Aksi halde Almanya’daki yenilikçi girişimlerin azalmaya devam edeceği düşünülüyor.

Maliye Bakanlığı ise bu planın üzerinde biraz daha düşünülmesinden yana, yani biraz daha temkinli. Çünkü plana göre harcamalarının yüzde 15’ini bilim ve teknolojiye yapan firmalardan 8 yıl boyunca Kurumlar Vergisi alınmayacak. Benzer şekilde bu firmalara sonradan ortak olanların kazançları da vergilendirilmeyecek. (Mayıs 2003)

*

Alman Hür Demokrat Parti Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Daimagüler Die Welt gazetesine yazdığı bir makalede Almanya’da yaşayan Türk erkeklerinin düşüncelerini değiştirmeleri gerektiğini belirtti

Avrupa’nın ortasında yaşayan Türkler’in hâlâ 60’lı yılların değer yargılarına sahip olduklarını, Türkiye’de bile bunların aşıldığını ifade eden Daimagüler, Almanya’da yaşayan Türk gençlerinin aileleri tarafından baskı altında tutulmalarını eleştiriyor ve gençlerin şiddet eylemlerine bu yüzden daha fazla eğilimli olduğunu belirtiyor. Gerçekten de başta namus cinayetleri olmak üzere çağdışı yaklaşımların son bulması, kimliklerini oluştururken iki farklı kültür arasında denge kurmaya çalışan gençlere anlayışla yaklaşılması gerçeğinden geçiyor.